ŞANZELİZE DÜĞÜN SALONU-Tarık Tufan
- Sümeyye Akarsu
- 7 saat önce
- 4 dakikada okunur

Ne demiş İbrahim Tenekeci "Burası dünya, burada her şey yarım kalır." Kitabı bitirdiğimde bu hisle doldum aslında, kahramanın yapması gerekenler vardı, doğru yolu bulması ve kendine gelmesi gerekiyordu. Fakat olmadı çünkü burası dünya ve burada her şey yarım kalır.
Tarık Tufan okumaya daha önce paylaşmış olduğum "Kaybolan" adlı kitabıyla başladım ancak çok derin duygular hissedemedim, belki kitabın konusundan belki de anlatılan olayların bende yer bulamamasından. Fakat bu kitapta kendimden bir şeyler buldum, bana hissettirdikleri tüylerimi diken diken etti. Sanırım yazarın dokunmaya çalıştığı da bu, dünyanın peşinden gitmek, kaybolmak ve yolunu bulamadan her şeyin bitebileceği gerçeği ile yüzleşebilmek.
Kitapta ana karakterin ismi yok, bir isim sahibi bile olamadı belki, o kadar kayıptı. Şeyh'in oğlu, bir derviş, Eda'ya aşık olan çocuk, Baki Semih'in elinden tutmaya çalıştığı kişi, Rüstem'in hayatını kurtaran delikanlı, annesini kaybetmiş biri, laboratuvarda denek, Halil Coşkun Bey'in sohbet arkadaşı... Bir sürü kimliğe bürünen ve bu kimlikler arasında kendi benliğini yakıp yok eden genç bir adam.
"Yaşamayı seviyorum; yaşamayı, acı çekmeyi, evimin yolunu bulamamayı, telefonları açmamayı, kitapları tamamlayamadan yırtıp atmayı, elektriğin kesilmesini, buzdolabında sakladığım ekmeğin bir kısmının küflenmesini, masanın bir ayağının kısa olmasını ve huzursuz edecek şekilde sallanıp durmasını, elimdeki sigarayı yakabilecek kibrit bulamamayı bile seviyorum."
Tarık Tufan'ın edebi anlatımlarıyla beraber karakter ile kurduğum bağ kitabı okurken bana oldukça keyif verdi. Mesela ana karakterin, Baki Semih ve arkadaşlarına duyduğu hisleri ifade ederken kullandığı şu cümle; "Mesafe olarak uzak olmasa da varoluş kaygılarımızı karşılaştırdığımızda ölçülemeyecek kadar uzak coğrafyalara yerleşmiştik." Aslında bu cümleyi kurabilen kişi karşı tarafı çok iyi tanıyan ve onların gittiği yollardan daha önce gitmiş biri olmalıydı. Şayet bir insan bu mesafeyi gözlemleyebiliyorsa mutlaka o yollardan geçmişti.
Kitapta işlenen annenin ölümü konusu da oldukça etkileyici, benim tattığım bir duygu değil fakat Tarık Tufan o kadar güzel ifadelerle anlattı ki, sayfaları gözlerim dolu dolu okudum. İnsan annesi ölünce birden büyüyor, bu cümleyi yazarken bile içim sızladı. "Bazı meseleleri anlamak için siyaset, sosyoloji, psikoloji bilmenin lüzumu yok, bunları bırak bazı meseleleri anlayabilmek için akla bile gerek yok." İşte tam da öyle.
Herkes bir kere de olsa kırılma noktası yaşamıştır, ana karakterin kırılma noktası da annesinin ölümüyle başladı aslında, her ne kadar Eda'ya duyduğu aşk olarak görülse de, asıl mesele annesinin ölümüyle birlikte yeri doldurulamayacak boşlukların aniden ortaya çıkmasıydı. Ve o anda tutunacak bir dal olmuştu Eda. Ve aşk başa gelince, o başta aşktan başka hiçbir şeye yer kalmıyor; akıl da çekip gidiyor doğal olarak.
Karakterlerden biri Halil Coşkun, ölümü isteyecek kadar yalnız bir adam, hayata tutunabilecek sebepler üretemeyecek kadar yaşlı ve aynı zamanda yorgun biri. Ana karakterimizle yolları bir şekilde kesişiyor, onun hikayeye katkısı nedir diye düşünürsek sanırım yalnızlık temasını güçlendirmek olabilir. Çünkü Halil Coşkun ölümü bile fark edilemeyecek yalnızlıkta, eti kemiği yalnızlığa bürünen biri.
Ve Rüstem'in hikayesi, dünyaya annesi tarafından istenmeyen biri olarak gelip başka bir kadının kolları altında huzuru, şefkati bulan ve başka bir kadın için de ölümü göze alan bir genç. Bir kadın ki onun için cezaevine girmeyi göze almış, ona annelik yapmış, onu kendi evladı gibi sarmış sarmalamış, elini onun için kana bulamış. Diğer bir kadın ise onu daha doğar doğmaz terk etmiş, terk ettiği anda unutup hayatına devam etmiş. Üçüncü kadın ise kalbini gördüğü kadın, aniden büyük bir bağ kurduğu ve ona tutunduğu kadın, sevginin başka bir formunu yaşadığı bir kadın, ölümü göze aldığı kadın. Sanırım Rüstem'in bu hikayede olma sebebi çok fazla, hem ana karakterle kurduğu ilişki hem de kadınların bir erkeğin hayatını ne derece etkileyebileceğiyle ilgili. Aslında Halil Coşkun'un da tamamıyla yalnız kalmasının sebebi de bir kadındı. Aslında Şanzelize Düğün Salonu ve Rüstem, ana karakterinin hayatını ve kitabın gidişatını şekillendirip bize etkileyici bir son sunalardı.
Ve Baki Semih, bence kitabın ruhu, bir şekilde her yerde var, ana karakterin tam tersi gibi, yolunu kaybedip bulmuş biri, yol gösterici, problem çözücü, yüzüne bakıldığında insanın huzur bulduğu, mistik bir karakter. Karakterle ilgili bir çok duygu barındırıyorum fakat yazıya dökebildiğim ancak bunlar.
Levent karakteri bir var bir yok gibiydi, ana karakterin denek olmasına vesile oldu ve hikayeden ayrıldı. Aslında derine indiğimizde para için tehlikeli şeyleri göze alan ve sonu bir otobüsün bagajında köyüne doğru yol alan genç bir delikanlının hikayesiydi. Belki onun hayatı da incelendiğinde koca bir roman olur fakat bizde bir sızı bırakıp gitti.
Bir kadının aşık olduğu adam aslında onun geçmişini, çocukluğunu, baba figürünü, hayattaki tüm yanlışlarını yansıtabiliyor. Savaş ona ciddi fiziksel ve psikolojik zararlar vermesine rağmen ondan vazgeçememesinin nedeni de bu. Ve birçok kadın maalesef babasının yaralarını kanatacak bir erkeğe aşık oluyor. Eda'nın hayat hikayesi de buna benzer olabilir. Eda'nın hayatının bir kısmına şahit olduk, yanlış bir adamla evlenmesine, boşanmasına. O benim gözümüzde ana karakterin kör kütük aşık olduğu bir karakter değildi yalnızca, o acılarını kanatarak yaşayan, yanlış kararlar alıp çamura batıp batıp çıkan, kendi içinde büyük sorgulamalar yaşayan biriydi.
Nurhan karakteri de her ne kadar arka planda kalsa da aslında hikayenin acı taraflarından biri. Evlenmek için evlenen, hayattan bir beklentisi olmadan yaşayan, büyük tabuların olduğu bir aileden gelen Diyarbakırlı kız. Kapalı toplumlardaki kadınların öyle çok büyük hayalleri olmaz aslında hayalleri bile olmaz, hayal kurmaya korkarlar, onların töreleri olur, yapması gerekenler doğdukları anda alınlarına yazılır. Tercih hakları pek olmaz, yaşayacakları hayat bellidir. Bana bununla evlenir misin dediler, bende evet dedim diyor. Özellikle üniversite ortamı insana birçok farklı hayat görme imkanı sunuyor, lisans eğitimi aldığım dönemde tanıştığım Diyarbakırlı bir kızın töre adı altında öz kardeşi tarafından kafasına dört kurşun sıkılarak yanlışlıkla öldürüldüğünü biliyorum. Benim için atlatması oldukça zor bir olaydı, hala aklıma geldiğinde tüylerim ürperir, gözlerim dolar. İşte böyle hikayeler var arka sokaklarda, hiç görmediğimiz o arka sokaklarda... Nurhan'ın hayatı da o arka sokaklarda olan bir hayattı. Rüstem ile tanışınca değişti belki ya da değişmedi, orası kitapta yok. Onların hikayesi de kitapta yarım kalan şeylerden biri.
Mekanlar da birbirine zıt, tıpkı karakterlerin seçildiği uç noktalar gibi. Bir tarafta Şanzalize Düğün Salonu'nda birleşen veya ayrışan hayatlar, bir tarafta dergahta kendine iyi bir yol arayan insanlar, bir tarafta sarhoşluğun tavan yaptığı bar ortamları. Derin anlamlar içeren bir kitap, kayboluşu, kırılma noktalarını, yalnızlığı ve yalnızlaşmayı, iç hesaplaşmayı, varoluşsal sancıları, aşkı, ölümü, maneviyatı ve içinde ne varsa biraz da onu bulabileceğiniz bir kitaptı. Bende bıraktığı duygusal his yarım kalmışlığın hüznü ve arka sokaklarda yaşayan insanların acısı oldu.
Keyifli Okumalar...
Sümeyye AKARSU
Yorumlar