İTİRAF-L.N.TOLSTOY
top of page

İTİRAF-L.N.TOLSTOY



Tolstoy, 1870'li yıllarda hayatındaki kırılmadan sonra, diğer bir ifade ile İkinci Doğumundan sonra "İtiraf" adlı eserini kaleme alır. Bu eserle ilgili şu cümleyi kurar; "Yaşamıma karşı okurda tiksinti uyandırmak yeni yapıtımın asıl hedefi" Bu ifadeyi geçmişte yaptığı hataları abartılı bir biçimde anlatmasından dolayı dile getirir..

Tolstoy'u tanıyanlar bilirler, inancı yaşamın gücü olarak görüyordu. Gelin bu düşüncesine yol açan serüveni birlikte inceleyelim;


Tolstoy'un "İtiraf" eserine başlarken şu ifadeler beni oldukça etkiledi;

"Volenka M. adlı bir çocuk, ben on-on bir yaşlarımdayken bir pazar günü bize gelmiş ve lisede yapılan bir keşfi bize en son havadis olarak açıklamıştı. Bu keşfe göre Tanrı yoktu ve bize öğretilenlerin hepsi bir yalandan ibaretti."

1838 yılında gerçekleşen bu olay Tolstoy'un çocukluk dönemine denk gelir. Doğan Cüceloğlu'nun kitabında ailenin karşılaması gereken gereksinimlerden biri de Sağlıklı manevi yaşamın temellerini oluşturmadır. Bu gereksinim karşılamak ailenin çocuklara verebileceği en güzide armağandır. Fakat görünen o ki bu gereksinim o dönemin Rusya'sında yaşanan olaylarından dolayı eksik kaldı ve koskoca toplumun psikolojisini derinden sarstı çocuklar için de ağır hasarlara yol açtı.

Bu sadece Rus toplumunda değil, dini yanlış değerlendiren tüm toplumlarda oluyor. İnandığı cemaatin kendilerini kandıran kuruluşlar olduğunu öğrenen halk ne yapacağını şaşırır. Daha önce analizini yaptığımız "Alamut" eserinde de bu tip olaylara şahit olduk.

Kısacası Tolstoy da o yaşlarda oldukça sarsıldı, kendini kaybetti. Sürekli gidiş-gelişler yaşayıp, hayatı sorgulaması, kayboluşları da buradan kaynaklanır. "Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk" kitabında toplumun insanları ne derece etkilediğini epigenetik adı altında inceledik. Bu yazıya da göz atmanızı tavsiye ederim.

O dönemlerde Tanrı'nın karşısında iyi olma isteğinin yerini insanlar karşısında iyi olma isteği alır. Başka insanlardan daha güçlü olma, başkalarından daha ünlü, daha zengin olma arzusu.

Bu bana şu anki toplumumuzu hatırlattı, yani aslında şu anki dünya insanının halini demek daha doğru olur. Manevi hayatın azaldığı toplumlarda insanlar başka bir anlam, başka bir amaç arar. Tolstoy da herkes gibi insanla yarışa girdi, başarı için yollar aradı ve en önemli unsur onun için eğitim oldu.

"Var olan her şey gelişir. Ve her şey eğitim yoluyla gelişir. Eğitim ise kitapların, gazetelerin yaygınlığıyla ölçülür. Bize kitaplar ve gazete yazıları yazdığımız için para ödüyorlar ve saygı gösteriyorlar. Bu yüzden bizler en faydalı, en iyi insanlarız."

Tolstoy'un kendini eğitim yoluyla ispat etmesi, yazılarının yayınlanması oldukça önemliydi. Kendini böyle iyi hissetti, Tanrı'nın yokluğunda yapabileceği en iyi şey buydu. Fakat;

"Hepimiz hem fikir olabilseydik, çok güzel bir düşünce olabilirdi bu; ancak birisi tarafından belirtilen bir düşünce üzerine her zaman başka birisi tarafından ifade edilen taban tabana zıt başka bir düşünce ortaya çıkıyordu; bu durum keşke yanıldığımızı anlamamızı sağlasa, keşke aklımız başımıza gelmiş olsaydı. Ama biz bunu fark etmiyorduk."

İkinci Doğum diye adlandırdığı kırılma noktasından önce bunlar gayet olağan duygulardı. İnsan doğruyu bulabilmek için türlü türlü yanlışlardan geçiyor, hataları fark edebilecek ömre, tecrübeye sahip olmak ve aydınlığa erişebilmek ne güzel bir olay. Tolstoy gibi hatalarımızı sorgulayabilmek büyük erdem ve olgunluk. İnsan bir şeylerin yanlış gittiğini anladığı an aslında değişmeye de başlıyor. Evet Tolstoy'un yazıları yayınlanıyor, partiden övgüler alıyor fakat bir şey eksik.

"Ne istediğimi bende bilmiyordum; Hayattan korkuyordum, ondan kurtulmak istiyordum ve yine de hayattan hala bir şeyler bekliyor, umuyordum."

Yaşam sarhoşluğu geçtiğinde insan gerçeklerle baş başa kalır ve bu gerçekler acıdır.

"Bana her ne kadar "Hayatın anlamını anlayamazsın, düşünme, yaşamana bak" dersen de bunu yapamıyorum, çünkü bu benim daha önce çok uzun zaman yaptığım bir şey."

Kendisini ölüme götüren geceyi ve gündüzü nasıl görmez insan, nasıl kör olabilir bunca duyguya.

"Neden yaşıyorum, neden bir şeyler istiyorum, neden bir şeyler yapıyorum?"

Sürekli öğrenme ve gelişme aşamasındayız. İnsan gençlik dönemlerinde kendini eğitmek için çok zaman harcar, gelişir de. Öğrendikçe, keşfettikçe daha fazlasını ister. Gizemleri, sırları çözmek, hayatı analiz etmek ister. İnsan bir dönem böyle bir yaşam sürer, uçsuz bucaksız evrende öğrenmem gereken çok şey var deriz ve buna adayacağım bir ömür bile yetmeyecek diye düşünürüz. Sürekli yeni bilgiler edinecek kadar karmaşıktır evren.

"Fakat içimde büyümenin durduğu bir an geldi, artık gelişemediğimi, kuruyup buruştuğumu, kaslarımın zayıfladığını, dişlerimin döküldüğünü hissettim."

Ara ara bu sorgulamalar içinde kalsam da tam olarak o olgunluğa erişemediğimden, yeterince dolmadığımdan hala öğrenme arzusu ile hareket ediyorum. Ne kadar çok bilgi, veri elde edersek edelim yaşamla ilgili sorularımızın cevabı çoğunlukla yok. Yaşamın amacı bilimle açıklanamıyor. Bilim kendisine hayran bırakacak keşiflere imza atıyor fakat sadece yaratılmış olanı açıklamakla veya yaratılmış olanı taklit etmekle meşgul. Anlam bakımından yetersiz kalıyor, yaşamın amacını, neden var olduğumuzu açıklamaya çalışmıyorlar.

Çürümenin Kitabı yazarı Cioran nihilist, mutsuzluğunu sorun olarak görmeyen bir filozof. Hayatın anlamını keşfedemediği için otuza varmadan intihar etmeyi düşünür. Tıpkı Tolstoy gibi bu sorgulamalarla boğuşup cevaplar arıyor, herkes gibi. Manevi eksikliği olan herkes gibi...

Sonunda nasıl yaşamalıyım, sorusuyla meşgul olmaya başlıyor insan. Cioran mutsuzluğunu kabul ederek, hiçliği benimseyerek yaşamını devam ettiriyor, bu konuda kitaplar yazıyor, felsefe yapıyor. Hala yaşıyor.

Tolstoy'un soruları onu bir hiçliğe çıkarmadı,

"Nasıl yaşamalıyım? sorusunu ne şekilde sorarsam sorayım yanıt "Tanrı'nın yasasına göre oluyordu. "Hayattan çıkacak gerçek nedir?" sorusunun yanıtı "sonsuz acılar ya da sonsuz mutluluk" oluyordu. "Ölümle yok olmayan anlam nedir?" sorusunun yanıtı ise "Sonsuz Tanrı ile birleşme, cennet oluyordu."

İnsanın içindeki muhakeme süreci hiç bitmiyor.

"İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı görmemesi ya da yaşamın anlamıyla ilgili olarak sonu olanın sonsuzla bir olduğu açıklamasına sahip olması gerektiğini artık anlamıştım."

Ve ekler Tolstoy;

"Benim böyle bir açıklamam olsa da sonu olana inandığım sürece bu açıklamaya gerek duymuyorum ve bu açıklamayı aklımla kontrol etmeye başladım. Ve aklın ışığı karşısında önceki açıklamamın tamamı kül olup uçtu. Ama sonu olana inanmayı bıraktığım bir zaman geldi."

Kayboluşlar ve buluşlar. Tolstoy Tanrı'yı bulduğunda artık muhakemeleri bir kısır döngü içinde değildi. İnanç tüm sorularını cevaplıyordu. Fakat inandığı Tanrı'yı ispat etmeye kalktığında yine duvara tosladığını fark etti. Yine de onu arıyordu, bulamasa da ona yalvarıp yakardı.

"Eğer ben varsam, bunun bir sebebi vardır, sebeplerin de bir sebebi vardır. Ve her şeyin sebebi, adına Tanrı denilen şeydir; bu düşüncenin üzerinde duruyor ve bu sebebin varlığını bütün ruhumla anlamaya çalışıyordum. Hükmü altında bulunduğum bir gücün varlığını idrak eder etmez de yaşamın mümkün olduğunu hemen hissediyordum"

Belki hayatın, varlığımızın amacı da budur, aramak. Onu aramak var oluşumuzun sebebidir. Bilimde, rutin hayatta, içimizde, evrende, doğada, her yerde onu aramak. Yokluğunda yaşamın mümkün olmadığı Tanrı'yı aramak. Tolstoy'un tüm hayatını sorgulamasıyla bulduğu tek gerçek.

"Tanrıyı arayarak yaşa, o zaman Tanrısız bir yaşam olmayacaktır."

"Ölümle son bulacak hayatlar" bu düşünce çok acı, bu yüzden her inancın özü , onun hayata, ölümle yok olmayacak bir anlam vermesidir. Ölümle yok olmayacak hayat fikri her insanı cezbeder. Ya da hepsini değil. Kötü olan insanlar buna inanmak istemez, çünkü yaptıklarının bir bedelinin olması onları korkutur. Onların hayatlarını devam ettirmesinin sırrı da budur belki. Hayatlarının ölümle son bulacaklarına inanmaları.

Tolstoy Tanrı'ya inansa da dinlerin çatışmalarını, çelişkilerini görmeden edemiyordu. Hatta bilinçsizce din kurallarının çelişkilerini, karanlık noktalarını kendinden saklıyordu.

Katoliklerle, Protestanlarla, Eski Ortodokslarla, Malakanlarla hepsiyle yakınlaştı fakat hiçbiri aklına yatmadı.

"Gerçek neden Luteryanlıkta , Katoliklikte değil de Ortodoksluktadır? "

bu sorgulamalar neticesinde kendini bir dine, mezhebe yakın hissetmedi.

Nerden geldiği belli olmayan, güçlü ama aklın alamadığı incelikte, fiziksel olarak açıklanması mümkün görünmeyen ama var olduğu apaçık. Diğer tüm iplerin yetersiz kaldığı yerde onun gücüyle tutunmak, düşmemek. Anlamadan, sorgulamadan ona güvenmek. Aklın sınırlarının almadığını bilmek, kabullenmek.

Tam olarak Tolstoy'un Tanrı hakkındaki rüyasının bendeki yorumu.

Tolstoy'un sorgulamaları bu şekildeydi. Siz ne düşünüyorsunuz?


Keyifli Okumalar.

SUKHA

bottom of page